Bu yazıda zombi konulu filmlere yeni ve farklı bir bakış açısı sunmaya ve buradan hareketle de gerçek dünyaya veya içimizdeki gerçeğe, gerçekliklere uzanmaya çalışacağım.
Zombi konulu filmlerin sinemada boy göstermesi Victor Halperin imzalı 1932 yapımı “White Zombie” isimli filmle başlamıştır. Bu bağlamda zombilerin yaklaşık 90 yıldır sinema dünyasında var olduğunu söyleyebiliriz. Öncelikle zombi kelimesinin kökeni Batı Afrika’ya dayandırılmaktadır. Anlamı yeniden diriltilen ceset ya da diriltilen ölülerdir.
Karayipler’deki Vudu inancına göre ise zombi bir yılan tanrının adıdır. Vudu inancı hakkında anlatılanlara göre bu inancın büyücüleri, mensuplarını zobileştirerek dini sınıfın veya iktidarın kölesi haline getirmişlerdir. Buradan hareketle zombi kelimesini aklını, insanlığını kaybetmiş insanların başka bir yaratığa dönüşmesi olarak da tanımlayabiliriz.
Sinema dünyasında ise genel itibariyle zombi konusu şu şekilde ele alınmıştır: Oldukça değişken nedenlere bağlı olarak belli bir bölgede ya da dünya genelinde bir virüs/hastalık insanlar arasında yayılmıştır ve insanlar bu hastalık nedeniyle vahşileşmiş, birbirini ısırmaya ve yemeye başlamışlardır. Bu hastalığa yakalananlara zombi denilmektedir ve zombiler virüs taşımayan birini ısırdıklarında aynı hastalığı ısırdıkları kişiye de bulaştırmaktadır. Böylece o kişinin önce ölmesine sonra da zombi olarak dirilmesine neden olmaktadırlar. Her yeri yara bere içerisinde bulunan; ortalıkta yürümeye, sürünmeye çalışan zombiler yeni kurbanlar bulmak için hiç durmadan avlanırlar. Dünya genelinde bu hastalığa yakalanmayan insanlar ise bir taraftan zombilere yakalanmamaya, bir taraftan hayatta kalmak için yiyecek bulmaya ve bir taraftan da hastalığın son bulması için çare aramaya çalışırlar.
Zombi filmleriyle sanıyorum hemen herkes bir şekilde karşılaşmıştır. Zombi yapımları ilginç bir şekilde hep ilgi odağı olmayı ve seyredilmeyi başarmışlardır. Burada sanıyorum şu soruyu sorabiliriz: (1) İzleyiciler aşağı yukarı neler olacağını tahmin edebildikleri zombi yapımlarını neden seyretmeye devam ediyorlar? (2)Yapımcılar zombileri merkeze alan korku filmleri çekmeye neden bu kadar hevesli? Bu sadece reytingle açıklanabilir mi?
Seyirci Film ya da Dizileri Konusunu Merak Ettiği İçin Mi Seyreder?
Öncelikle şunu söyleyebilirim. Roman, hikâye gibi anlatı türlerinde ve film ya da dizi senaryolarında okuyucunun ya da izleyicinin takip ettiği şey konu değildir. Evet, bizler bazı konuları severiz ve film veya roman tercihi yaparken bu konulara göre seçimler yaparız. Bunu inkâr edemeyiz; ancak aslında bizler bilinçaltımızda o konunun farklı insanlardaki, değişik yaşamlardaki yansımalarını görmeyi isteriz.
Örneğin karşımızda bir aşk romanı ya da aşkı anlatan film vardır ve biz eserdeki insanların aşkı nasıl yaşadıklarını, hangi zorluklarla karşılaştıklarını merak ederiz. Başkalarının tecrübelerini yaşarken de hiç durmaksızın bir iç yolculuğa çıkarız. Acaba karakterlerin yerinde biz olsaydık bu yaşananları nasıl algılardık, Tüm bunlara karşı nasıl tavır alırdık ve bu sorunlarla baş edebilir miydik gibi sorularla sürekli kendimizi bir iç sorgulamaya tabi tutarız. Bu açıdan bakınca aslında bizim takip ettiğimiz kendi hayat hikâyemizdir. Seyrettiğimiz ya da okuduğumuz o hikâyeyi kendi yaşam hikâyemize benzetiriz, bazen aynı hikâyeyi yaşamayı isteriz, bazen de okuduklarımızı- seyrettiklerimizi hayatımıza uygulamak için motive oluruz.
Burada kendinize mini bir test uygulayabilirsiniz. Şu ana kadar seyrettiğiniz filmleri zihninizde kabaca sınıflayın. Hangi film türlerini seyretmeyi tercih ediyorsunuz? Sizi hangi filmler daha çok heyecanlandırdı? Unutamadığınız, hayatınızda iz bırakan filmler ve bunların türleri nelerdir? Bunu yaptığınızda göreceksiniz ki izlediğiniz onlarca hatta yüzlerce film aslında birkaç farklı başlıkta yani konuda yoğunlaşıyor (macera, savaş, aşk, mutluluk, başarı vb.).
Zombi konulu filmlere gelirsek bu yapımlar aşağı yukarı aynı konuyu ele alır almasına ama her filmde insanlar, yaşamlar, ilişkiler, tepkiler vb. farklıdır. İşte bu nedenle bizler her defasında insanların en temel içgüdüsü olan hayatta kalma mücadelesini temele yerleştiren zombi konulu filmlerin heyecan verici hikâyesine katılırız ve karakterlerin hayatta kalmak için verdikleri mücadeleleri seyretmekten kendimizi alamayız.
Zombi filmlerini seyrederken bilinçaltımız biz farkında olmasak da şu soruların etrafında dolaşır durur: Dünya gerçekten bu hale gelebilir mi? Gelirse ben ne yaparım? Bir zombiyle karşılaşsam ardıma bile bakmadan kaçar mıydım yoksa onun mücadele mi ederdim? Hayatta kalmak için bir canlıyı öldürebilir miydim? En temel gereksinimlerim olan yeme, içme, tuvalet, temizlenme vs ihtiyaçlarımı karşılamak için neler yapardım? Bunların yokluğuna ya da eksikliğine ne kadar dayanabilirdim? Virüse yakalanan ancak henüz tam olarak zombi olmayan çok sevdiğim birisinin öldürülmesine onay verebilir miydim ya da bu işi kendim yapabilir miydim? İşte bunlar ya da benzeri pek çok soru zombi yapımları boyunca bizi takip eder ve bizim filme ya da diziye bağlanmamızı sağlar.
İyi Kötü Savaşı Bağlamında Zombi Filmleri
Zombi konulu filmler hayatta kalma, yaşam mücadelesi verme gibi konuların yanı sıra başka bir evrensel konuyu iyi-kötü savaşını da işlemektedir. Bizler zombi filmlerini izlerken insan olarak kalmayı başaranların (iyi taraf), insanlıktan çıkmış vahşi yaratıklarla (kötü taraf) olan savaşını izleriz. Bu sırada tarafımız en baştan beri bellidir. Hep iyilerin yanında oluruz. İşte bu bağlamda zombi filmleri içimizdeki iyilik mücadelesini tetikler ve bu konuda gerçek yaşamda bize cesaret verir.
Zombi Filmlerinin Gerçek Hayatta Bir Karşılığı Var mı?
Zombi konulu filmlerde ilk bakışta seyirci; hayatta kalma, dünyanın bu hastalıktan temizlenmesi gibi mücadeleleri seyreder. Seyirciler, filmde geçen olayların gerçekten yaşanıp yaşanmadığını çok düşünmeden, kısa bir süre içinde karakterlerle özdeşleşir ve onların verdiği mücadeleye katılır. Onların sevincine, üzüntüsüne ve hatta aç-susuz kalışına katılır; karakterlerle birlikte ölümün kıyısında gezer.
Ben burada zombi filmlerine farklı bir açıdan yaklaşmak istiyorum. Öncelikle size garip gelebilir ama ben zombi filmlerinin hayal ürünü olduğunu düşünenlerden değilim. Zombi filmlerinin gelecekte ya da bilinmeyen zamanlarda yaşanacakları-yaşananları anlatan yapımlar olduğunu düşünenlerden de değilim. Bence zombi karakteri neredeyse insanlık tarihi kadar eskidir; zombi hep vardı, şu anda da var ve gelecekte de var olmaya devam edecektir.
Açıklayayım: Öncelikle çevremizdeki insanların iç dünyalarını dışarı çıkararak onlara bakabildiğimizi var sayalım. Hatta kendi iç dünyamıza bile… Örneğin her sabah yüzümüze, bedenimize, kıyafetlerimize baktığımız ayna gibi bir aynamız olsa ve bu ayna bize ruhumuzu, iç dünyamızı gösterseydi acaba orada nasıl görünürdük?
Ben size söyleyeyim. İçimizi gösteren bir ayna olsaydı, inanın orada o çirkin zombilerden daha beter, daha korkunç görünen insanların yansımalarını görecektik. Burada Kafka’nın Dönüşüm adlı hikâyesi aklıma geliyor. Hikâyenin başkahramanı Gregor Samsa, bir hamam böceğine dönüşür. Aslında bir insanın böceğe dönüşmesi mümkün değildir ama burada anlatılmak istenen kişinin kendini insanlar içinde nasıl hissettiğidir. Hani bazen insan kendini bir böcek kadar değersiz hisseder ya! İşte o duygu ve hepimiz az ya da çok bu duyguyu yaşamışızdır.
İşte zombi karakterini de böyle düşünmek gerekir. Etrafımıza, dünyaya şöyle bir baktığımızda, dışı insan gibi görünen fakat içi zombiden daha beter halde bir sürü insan göreceğiz. İnsanları ezerek bir yerlere gelenler, hırsızlık ve ahlaksızlık yapanlar, haksız yere başkasının malını gasp edenler, insanları özellikle kadınları, çocukları, hayvanları vahşice katledenler; savaş suçluları, soykırım yapanlar, insanları ötekileştirenler, farkında olarak ya da olmayarak diktatörleşenler vb. bu listenin uzayıp gideceğini siz de tahmin edebiliyorsunuz.
Ölmüş Kardeşinin Etini Yemek
İlginçtir ki kutsal kitabımızda gıybet etmek yani bir ya da daha fazla insan hakkında onun olmadığı bir ortamda onun hoşuna gitmeyecek şekilde konuşmak, ölmüş kardeşinin etini yemeye benzetilmiştir (Hucurât, 12). Bu çok dikkat çekici bir benzetme.
Burada neden ölmüş ifadesi kullanılmış olabilir? Bence bunun nedeni şu: Söz konusu kişi artık yaşayanların dünyasında, boyutunda değildir ve bu nedenle kendini savunamaz. Yani bir anlamda bir ölüdür. Burada tasvir edilen suç (günah) aynı zamanda evrensel bir hukuk kuralı olan kişinin savunma hakkının ihlali anlamına gelmektedir. Bu nedenle gıybet sağlıklı toplumlarda hangi isim adı altında olursa olsun (dedikodu, fiskos, laf taşımak…) kabul görmez ve iyi karşılanmaz.
Burada kullanılan benzetmenin ikinci kısmında et yeme davranışı vardır. Et yeme benzetmesi aklıma her geldiğinde zombi kavramı da onunla birlikte zihnime gelir. Şimdi biraz hayal kuralım; bu hayalin sinematik bir şekilde önümüzde canlandığını düşünelim. Diyelim ki ortamda olmayan bir kişi hakkında konuşuyoruz. Bir anda önümüze nereden geldiği belli olmayan bir kadavra masası kuruluyor ve hakkında konuşulan kişi de masaya yatırılıyor. Masada yatan kişi ölmemiştir ama ölü gibidir; dolayısıyla bize cevap veremediğini, hakkını savunamadığını düşünelim. Biz konuştukça onun etini yediğimizi hayal edelim. İşte bu durumda az önce bahsettiğim o aynada nasıl görüneceğimizi sanıyorum tahmin edebiliriz.
Buradan hareketle zombi kavramını davranışlarımızın, vahşiliklerimizin ruhsal aynadaki görüntüsü olarak düşünebiliriz. İç dünyamızın dışa yansıması olarak… Mesela petrol kaynaklarına ya da çeşitli yer altı kaynaklarına sahip olmak gibi menfaatler için hatta kişisel hırslar, gurur, kıskançlık vb. duygular için savaş çıkaranların ve bu savaşlarda insanların, çocukların, hayvanların ölmesini, yaralanmasını hatta doğanın, ekolojik sistemin yok olmasını, canlıların zehirlenmesini umursamayan insanlar acaba bu aynada nasıl görünürlerdi? Bir düşünün derim. Eminim ki zombilerden hiç farklı görünmemekle birlikte belki de onlardan daha korkunç görüneceklerdir.
Hızır ve Mevlana Kıssaları
Anadolu’da anlatılan Hızır hikâyelerinden biri şöyledir: Yıllarca Hızır’ı görmek için çırpınan bir adam, yine bir gün bu istekle dua ederken birden Hızır yanında beliriverir. İsteğinin anında gerçekleştiğini gören adam, bu defa da Hızır’a madem isteğim bu kadar hızlı gerçekleşiyordu beni neden yıllarca yalvarttın, diyerek sitem eder. Bu durumda Hızır sırtındaki yeleğini ve başındaki kavuğunu adama giydirir ve işte Hızır sensin, bak bakalım Hızır olmak nasıl bir şeymiş, der. Adam çarşıya gider ve çarşıda gördüklerinden hayrete düşer. İnsanların yerine çarşıda kimi kuyruklu kimi boynuzlu kimi karnı üstünde sürünür onlarca mahlukât var. Yılanlar, çıyanlar, sırtlanlar, domuzlar, fareler, böcekler, örümcekler, aslanlar, maymunlar… Bu hikâyeyi ne zaman dinlesem zombiler aklıma gelir. Belki de bizim göremediğimiz zombiler etrafımızda dolaşıyordur ve biz bunun farkında bile değilizdir.
Buna benzer bir hikâyeyi Mevlana’da da görürüz. Mevlana ve talebesi yolda giderken bir sürü köpek yavrusunun birbiriyle oynaştığını görürler. Talebe, Mevlana’ya üstadım şunların sevimliliğine, muhabbetine bak, der. Mevlana da hele bir kemik at da bakalım ne oluyor, diye cevap verir.
Bu durum bizim yaşamımızda da böyledir. Oldukça geniş imkânlara sahip birisini görürsün. Yaşamında sanki her şey mükemmel gibi görünür. Ancak biraz işin içini araştırınca ne kirler çıkar ya da Mevlana’nın deyişiyle hele bir kemik at da ne olur bilemezsin (Popüler bir diziden örnek vereyim: “Sadakatsiz” dizisinde tüm imkânlarına, zenginliğine rağmen hayatını mutsuzluğa şartlayan Volkan’ı örnek gösterebiliriz).
Bu tip durumları betimlemek için zaman zaman çeşitli hayvan tanımlamaları kullanılmıştır. Ancak hayvanların bir suçu olmadığını anlayan insanlar bu durumları açıklamak için zombi gibi kelimelere yönelmişlerdir. Başka bir şekilde diyecek olursak kötülükler o kadar büyüdü ki artık aklını kullanamayan ve bu yönüyle masum olan hayvanları artık kendi pis işlerimize karıştıramayacağımızı ve karıştırsak bile bunların yaşanan kötülüğü açıklamakta yeterli olamayacağını anlamış bulunuyoruz.
Sinema ve Geçmiş Kavramı Üzerine
Burada sinemanın hayatta olmayan insanları sanki onlar hayattaymış gibi seyretmemize olanak vermesinin de konumuzla bağlantısı bulunduğunu söyleyebilirim. Oyuncular (ve yapımcılar) eserlerini filme alarak gittikleri gibi şu an yaşayan oyuncular da bir süre sonra şu an yaptıkları eserleri bırakıp gideceklerdir (Bu arada yakın zamanda vefat eden ve ardında hoş bir seda bırakan Rasim Öztekin’i de anmış olalım). Sinemaya ya da filmlere bu bağlamda baktığımızda beyaz perdede seyrettiğimiz insanlar arasında ölmüş olanların aslında yürüyen ölüler olduğunu söyleyebiliriz. Hayatta olanların da ölüme yürüyenler olduğunu…
Bu sinema örneğini tüm yaşama uyarlarsak öldüğünü zannettiğimiz insanlar eserleriyle, geride bıraktıklarıyla (yani filmleriyle) aslında yaşamlarına devam etmektedirler. Yaşadığını zannettiğimiz insanların ise (filmde rol alan ama henüz ölmemiş oyuncular) yürüyen ölüler olduklarını söyleyebiliriz (çünkü bir yerde illa ki ölecekler ve geride bıraktıkları yaşamaya devam edecek). Geçmişte yaşamış ve insanlığa kötülük yapmış insanlardan bahsederken aslında onları zihnimizde tekrar diriltip ve tekrar lanetle gömdüğümüzü de hatırlatmalıyım.
Toparlarsak zombi tiplemesi günden güne çürümekte olan ve çürürken de diğer kötülüklerini yaymak için çabalamakta olan insanları temsil etmektedir. Zombiler veya zombi ruhlu insanlar; vahşidirler, canavardırlar, yıkmak, yakmak, öldürmek, kötülüklerini yaymak isterler. Zombi ruhlu insanlar, yürüyen ölülerdir çünkü aslında istedikleri yok etmekten başka bir şey değildir; aynen zombilerin iyi tarafa yani zombileşmemiş insanlara saldırması gibi. Yani bütün her şeyleri sadece koskocaman bir “yok”tur. Her şeyi yok etmek için çabalarlar, bunun için programlanmışlardır.
Bu nedenle yaşamış olmalarının, yaşıyor olmalarının ve gelecekte var olmalarının da bir anlamı yoktur; çünkü yaşamlarında iyilik yoktur. İyilik aslında yaşamak demektir. Zombiler yaşamıyordur ki iyilik yapsınlar… Bir kimse elini, kolunu kımıldatıyor diye diri sayılamaz; çünkü zombiler de hareket eden canlılardır. Mazinin sayfalarında acaba ne kadar yürüyen ölü veya öldüğünü zannettiğimiz ne kadar çok diri vardır?
(Misafir Metin Yazarı: Dr. Abdullah Eren Paksu)